27 Şubat 2011 Pazar

marlon brando'nun amerikan sinemasını yerden yere vuruşu


Malum oscar ödül töreni bu akşam. Pek şık pek güzel pek sexi hatunlar göreceğiz halılarda salınan falan filan. Ama bugün geçmişte "baba"lığını ispatlamış, oscar törenlerine damgaların damgasını vurmuş bir muhtemen zat-ı şahaneyi de anmadan geçmeyeceğiz.. evet marlon brando'dan bahsediyorum.. seni asi duruşun, özgürlükçü ve humanist tavrın ve güzel kalbin için hep seveceğiz.. Buyrun oscar ödülünü almayı reddeden Marlon Brando'nun oscara gönderdiği bir kzıılderili bayanın ağzından yazdığı mektuba bi göz atalım. etrafta fellik fellik bu akşam kim ne giyecek acaba diye aranmaktan biraz daha anlamlı olur diye düşündüm! kötü mü ettim? bence hiç de etmedim! buyrunuz.

..............

200 yıl boyunca toprağı, yaşamı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan yerli halka şöyle dedik:

‘İndir silahını arkadaş, gel beraber oturalım. İndirirsen eğer silahını arkadaş, barıştan söz ederiz senle, anlaşırız senin hayrına.’

Silahlarını indirdiklerinde ise onları katlettik. Onlara yalan söyledik.

Onları topraklarından koparmak için kandırdık. Hiçbir zaman sadık kalmadığımız ve adına antlaşma dediğimiz o kağıtları zorla imzalasınlar diye onları açlığa mahkûm ettik.

Ve onları, yalnızca yaşamın anımsayabileceği kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada dilencilere döndürdük. Ve tarihi nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ne kadar çarpıtırsanız çarpıtın: biz doğru davranmadık.

Ne dürüst olduk ne de adil davrandık.

Onlara ne haklarını iade etmek zorundaydık ne de antlaşmalarımıza sadık kalmak.

Çünkü gücümüzün üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma, mallarını gaspetme, yalnızca yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu.

Onların erdemleri suça dönüşürken bizim ahlaksızlıklarımız erdem oluyordu!

Fakat bu sapkınlığın ulaşamayacağı bir şey var; o da tarihin büyük hükmü. Emin olun tarih bizi yargılayacaktır.

Ama umurumuzda mı?

Bu nasıl bir ahlaki şizofrenidir ki tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki sesle ciğerlerimiz patlayana kadar taahhütlerimizi yerine getirdiğimizi haykırırız da, tarihin tüm sayfaları ve Amerikan yerlilerinin son yüzyıl boyunca geçirdiği tüm o aç, susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam tersini söyler. Görülen o ki bu bizim ülkede ‘komşunu sev’ ilkesi ve bu ilkeye saygı artık işlemez hale gelmiş ve tüm yaptığımız, gücümüzle yapmayı başarabildiğimiz ancak ve ancak, dost da olsa düşman da, yeni doğan ülkelerin umutlarını yok edecek şekilde onlara bizim insancıl, uygar olmadığımızı ve sözümüzü tutmadığımızı göstermek olmuştur.

Belki de şu anda kendi kendinize, ‘hay aksi şimdi bunun akademi ödülleri ile ne ilgisi var canım‘ diyorsunuz.

‘Bu kadın burada ne arıyor, hem akşamımızı berbat etti hem de bizi ilgilendirmeyen konularla yaşamlarımıza girdi, üstelik umurumuzda bile değil.‘

Sanırım bu sorulmamış soruların cevabı, sinema dünyasının da en az diğerleri kadar Kızılderilileri küçük düşürmekle, onları vahşi, düşmanca ve kötü göstererek karakterleriyle alay etmekle sorumlu olmasında yatıyor.

Bu dünya çocukların büyümesi için zaten yeteri kadar zor.

Kızılderili çocuğu televizyon izlerken film de izler ve soyunu filmlerde anlatıldığı gibi görünce o zihinlerin nasıl zedelendiğini bilmemiz mümkün değildir.

Geçenlerde bu durumu düzeltecek bir kaç sendeleyen adım atıldı ancak, çok az ve çok aksak.

Öyle ki bu mesleğin bir üyesi olarak, bir birleşik devletler yurttaşı olarak bu gece bu ödülü kabul etmek içimden gelmedi. Bu ülkede şu anda ödül almak ya da vermek, Amerikan yerlilerinin durumları önemli oranda düzeltilmediği sürece uygun değildir.

Eğer kardeşimizden sorumlu olamıyorsak en azından onların celladı da olmayalım.

Bu gece doğrudan sizinle konuşuyor olabilirdim ancak ırmaklar aktıkça ve otlar büyüdükçe onursuz kalmaya devam edecek bir barışın kurulmasını engelleyebilmek için elimden gelen yardımı yapmakla daha yararlı olabileceğimi hissettim.

Ümit ederim ki şu anda dinleyenler bunu kabalık olarak addetmez ve bu toprakların üzerinde tüm insanların özgür ve bağımsız kalma hakkı olduğuna inandığımızı söylemeye hakkımız olup olmadığı gibi önemli bir konuda dikkati çekmek için yapılmış samimi bir çaba olarak görürler.

..............

2 Şubat 2011 Çarşamba

Tılsım-ı Kudret süpermiş ulan!



Son zamanlarda sık sık adını duyduğum, gerek cnnturk, gerek hürriyet gerek facebook falan olsun gerekse blog yazarlarının sayfalarında, bir sürü yerde zart diye karşıma çıkan, eşimden dostumdan pek olumlu eleştiriler gelen şu Tılsım-ı Kudret adlı romanı bi okuyayım dedim. Bir de ne göreyim?! Roman cidden harikaymış ulan!

efenim roman milattan önce bi zamanda başlıyor. eski tanrılar, kuş adam anzu falan bir sürü şey var bu bölümde. ama asıl olay ilk muskanın yazılış hikayesi. zaten kitap da bir muskayla ilgili olduğu için bence fevkaladenin fevkinde bir başlangıç olmuş. soluk soluğa sayfaları karıştırırken bir de bakmışım akşam olmuş yanıma koyduğum çay soğumuş hava kararmış beni de bir ürperti almış götürmüşşşş



daha sonra osmanlı imparatorluğuna sarkıyor ki hikaye işte bu bölümler tadından yenmez bi kıvama geliyor. dilin ustaca kullanımı yuh artık dedirtiyooor! baharat tüneli ozanı bodur nafi olsun, ibn-i reşad olsun, zurnacı gıyaseddin efendi, bilge maruh falan bir sürü karakter var ve hepsi de birbirinden kuvvetli. amaaaa kuvvetli dediysem öyle kırıp geçiren tipler değiller. o kadar kuvvetli bir şekilde yazılmışlar ki insan gerçek sanıyor yahu! özellikle ibni reşadın mektupları kendinden geçiriyor okuyanı!



daha sonra ise yazar yerin alt diyarları diye bir yerlere götürüyor okuyanı.. cehennem yani herhalde :) orada altın sikkelerle gözleri dağlanan bi karakter var ki amaaan! eski şehirler sodom ve gomorayı yakan kişi bu adam.. cehennemde soluğum kesildi gece okumaya devam ederken tırstım ne yalan söyleyim ve sabah bitirdim romanı! :)) -evet utanmadan söylerim :) - arada bir de ağlıyorum bu sır olmaktan çıksın artık! :)

ama beni en çok etkileyen bu romanın birçok şeyi usul usul anlatması. yani eski dinler mesela ya da inançlar gibi konuların üzerine gitmiş yazar. işte nasıl anlatsam eski öğretilerden falan bahsediyor yeri geldiğinde. yankıbaba diye bi karakter var mesela sufi falan adam. onun söyledikleri falan çok etkileyici. velhasıl söyleyeceğim odur ki ne korku romanı, ne fantastik ,ne aşk hikayesi bu roman. ama hepsi işte!! hepsininhepsisi!

çizimleri facebook ve romanın da kapağını çizmiş ertaç altınöz adından çizerin sitesinden aldım. artık kızmasın bana niye aldın diye eee reklam da yapıyoruz işte daha en yapayım. sesinizi yükseltmeyiiin!

ayrıca blog aleminde de gezinen bir şahısmış yazar .. bunu da değerlendirmeden geçmeyin derim.